Kelime-i Şehadet

"Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlühü"
"Şahitlik ederim ki, Allah'tan başka hiçbir İlâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki, Muhammed, O'nun kulu ve resûlüdür."

"Kuran-ı Kerim" ( E.HAMDİ YAZIR )
.

İslâm Ahlâkı

İnsanın Kendi Kişiliğine Karşı Görevleri

İslâm ahlâkı her bireyi “insan” olarak bir değer ka-bul eder. Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli vesilelerle insan “yeryüzünün halifesi” olarak takdim edilmiş (meselâ bk. el-Bakara 2/30; el-En‘âm 6/165), Hz. Peygamber de “Her do-ğan çocuk temiz yaratılış (fıtrat) üzere doğar” (Buhârî, “Cenâiz”, 92) buyurarak, insanı yaratılıştan suçlu sayan telakkiyi temelden reddetmiş; bu noktadan hareketle İs-lâm düşünce geleneğinde insan “eşref-i mahlûkat” diye tanımlanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in değişik yerlerinde Al-lah’ın buyruğu uyarınca Hz. Âdem karşısında meleklerin secdeye kapandığını bildiren âyetler de İslâm düşünce-sinde oluşan bu yargının isabetli olduğunu kanıtlamakta-dır. Bu sebeple, aslında insanlık için ahlâk düzenini ku-ran yüce Kudret, hayatın hangi alanına ilişkin olursa ol-sun, bütün erdemlerin, bir bakıma onlara sahip olan bireyi yüceltmeyi ve gerçek anlamda insan yapmayı amaçlamasını dilemiştir. Bu bakımdan Allah, kişinin yaptığı iyilikler veya kötülükleri kime karşı yapılmış olursa olsun önce-likle kişinin kendisine yapılmış saymaktadır. Kur’ân-ı Ke-rîm’de, “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehine yapmış olur; kim de kötü bir iş yaparsa kendi aleyhine yapmış olur” (Fussılet 41/46) buyurulmaktadır.
a) İnsanın Bedensel Varlığı ile İlgili Görevleri

Ahlâk bir beden sağlığı ilmi değildir. Bununla bir-likte İslâm ahlâkında, insanın dinî ve dünyevî görevle-rini doğru ve yeterli olarak yerine getirebilmesi için kendi bedensel varlığını koruma ve geliştirme hususunda bazı görevleri bulunduğu kabul edilmiştir. Kuşkusuz bu görevlerin başında insanın kendi hayatını koruması ge-lir. İslâmiyet hiçbir insana kendi hayatına son verme hakkı tanımamış, bu sebeple intiharı da kesinlikle ya-saklamıştır. Hz. Peygamber’in bu husustaki hadisleri (meselâ bk. Müslim, “Îmân”, 175; Tirmizî, “Tıb”, 7; Nesâî, “Tahrîm”, 2) son derece ağır bir üslûp taşımaktadır. Yi-ne onun insan sağlığına dair açıklama ve uygulamaları, hadis kitaplarında “Tıbb-ı nebevî” başlığıyla özel bö-lümler açılmasına veya aynı başlıkla müstakil kitaplar yazılmasına imkân hazırlamıştır. Ayrıca Hıristiyanlığın aksine (krş. Yeni Ahid, Matta, 15/17; Markos, 7/18-20) İs-lâm dini içki, kumar, fuhuş gibi sağlığa zarar veren kö-tülükler karşısında kayıtsız kalmaz. Aksine Kur’ân-ı Kerîm, kapsamlı bir ifadeyle, “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (el-Bakara 2/195) derken, Hz. Peygamber de sağlığını ihmal edecek derecede ibadet etmeyi bi-le onaylamamış ve bu şekilde kendisini ibadete veren bir sahâbîyi uyarırken, “Bedeninin de sende hakkı vardır” (Buhârî, “Savm”, 55) buyurmuştur.

Beden sağlığı bireysel görevler için olduğu kadar toplumsal görevler için de gereklidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Düşmanlarınıza karşı kuvvet hazırlayınız” (el-Enfâl 8/60) buyurulurken, bu hususta en önemli unsur o-lan insan gücünün de kastedildiğinde kuşku yoktur. Unu-tulmamalıdır ki, hak daima kuvvetten üstün olmakla bir-likte, hakkın korunabilmesinin kuvvete bağlı olduğu da tecrübî bir gerçektir. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Güçlü mümin zayıf müminden hayırlıdır” (Müslim, “Kader”, 34) bu-yurmuşlardır.

b) İnsanın Ruhsal ve Mânevî Varlığı ile İlgili Görev-leri

Ahlâk âlimleri genellikle insanın diğer varlıklar karşısındaki üstünlüğünün akıl, zekâ, kalp, vicdan, te-fekkür, estetik duygu, inanma, iyilik sevgisi gibi ruh-sal ve mânevî meziyetlerinden ileri geldiğini kabul e-derler. Bu meziyet veya yetenekler sebebiyledir ki yara-tıcısı tarafından insana, “Kuşkusuz biz Âdem oğlunu şe-refli kıldık” (el-İsrâ 17/70) buyurularak iltifatta bulu-nulmuştur. Şu halde insanın, ruhsal ve mânevî meziyetle-rini koruması, geliştirmesi, üstün yeteneklerini iyilik yollarında etkin ve verimli hale getirmesi, onun hem kendi varlığına karşı hem kendisini güzel yeteneklerle donatan Allah’a karşı bir borcudur.

Yukarıda da işaret edildiği üzere İslâm ahlâkı, her güzel haslet ve iyi davranışın öncelikle onu yapanı yü-celteceğini kabul eder. Bu sebeple insan, elinden geldi-ği kadar iyi hasletler ve erdemler kazanmaya, güzel dav-ranışlar gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Ahlâk kitapla-rında bu erdemler arasında üzerinde önemle durulanların başlıcaları şunlardır:

1. Takvâ

“Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlâk Kavramları” başlığı ile bu bölümün başında geniş olarak yer verilmişti. Ha-tırlanacağı üzere Kur’ân-ı Kerîm’de takvâ Allah nezdinde en yüksek insanlık değeri olarak gösterilmiştir. Şu hal-de kişinin böyle bir değeri kazanması onun kendisine karşı görevlerinin de başında yer alır.

2. Hilim

Yine “Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlâk Kavramları” başlığı altında incelenen ikinci kavram da hilim olup İslâm ahlâkı üzerine inceleme yapanların hilmi müslümanın karakterini en iyi ifade eden bir kavram ola-rak kabul ettiklerini, çünkü bu kavramın “akıllı olma ve akıllıca davranma” şeklinde özetlenebilecek anlamı yanında ağır başlı olma, affetme, sabır, hoşgörü, barış ve kardeşlik, acelecilik yapıp saldırganca hareket et-mekten sakınma gibi insanlarla uygarca ilişki kurmaya katkı yapan birçok erdemi birlikte ifade eden geniş kap-samlı bir kavram ve dolayısıyla İslâm’ın en temel faziletlerinden biri olduğu görülmüştü.

3. Hikmet

“Bütün özel bilgi alanlarını kuşatan doğru, yararlı, kapsamlı ve derin bilgi; ilâhî gerçekleri, özellikle Kur’an’ın yüksek anlamını kavramaktan doğan bilgi; İslâm dininin ilkelerine inanmak ve bunlara uygun yaşamakla gerçekleşen üstün hayat tarzı, Hz. Peygamber’in müslümanlar için doğru bilgi ve erdemli yaşayış kaynağı olma değeri taşıyan sünneti” gibi anlamlarda kullanılan hikmet kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de, “çok hayır” diye nitelenir; on bir âyette “kitap” ile birlikte kullanılarak hikme-tin, “ilâhî kitaplar” veya “bu kitaplarda vahyedilen de-rin bilgiler” anlamı taşıdığına işaret edilir. Fahreddin er-Râzî, Kadî Beyzâvî gibi müfessirlerin, ilgili âyetle-rin yorumu dolayısıyla yaptıkları açıklamalarda hikmet özetle, bütün doğru bilgilerle güzel yaşayışı kapsayan bir kavram olarak tanımlanır. “Hikmete sarıl. Çünkü hayır hikmettedir” (Dârimî, “Mukaddime”, 34) anlamındaki hadiste de hikmetin bu anlam zenginliğine işaret edilmiştir. Bu önemi sebebiyle Hz. Peygamber’in, “Hikmet müminin yitiği-dir, onu nerede bulursa alır” (Tirmizî, “İlim”, 19; İbn Mâce, “Zühd”, 15) buyurduğu rivayet edilir.

Hikmet, insanı öteki canlılardan ayıran düşünme veya bilme gücünün meyvesidir. Bu sebeple İslâm kültüründe düşünür karşılığında “hakîm” kelimesi kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve diğer İslâmî kaynaklarda ilim, mârifet veya irfan, fikir (fikr), tefkir, tefekkür, tedebbür, taakkul, nazar, re’y, zikir, itibar gibi çok çeşitli kelimelerle insan için düşünme faaliyetinin öne-mi vurgulanmış; insanın ancak bu şekildeki düşünce zen-ginliği ile insanlık değerini koruyup geliştireceğine işaret edilmiştir. Akıl sahibi olmak, bilmek ve bildik-leri üzerinde düşünüp sonuçlar elde etmek, uygulamak in-sana özgü bir ayrıcalıktır (ez-Zümer 39/5). Akıllarını kullanmayanlar sağır ve dilsizdirler (el-Bakara 2/171); böyleleri hayvanlardan daha şaşkındır (el-Enfâl 8/22). Bu yüzden Hz. Peygamber’in,”Bir saatlik tefekkür, bir senelik ibadetten daha hayırlıdır” buyurdukları rivayet edilir (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 31). Bu ve benzeri âyet ve ha-dislerin de etkisiyle İslâm ahlâk kültüründe hikmet er-demi temel erdemler (fezâil-i asliyye) denilen dört erde-min daima en başında yer alır ve bunlar çoğunlukla hik-met, şecaat, iffet, adalet şeklinde sıralanır.

Düşünme ve onun ürünü olan bilgi ve dolayısıyla bilim yer yüzünde sadece insana özgü bir haslettir. Kur’an, Hz. Âdem’in meleklerden daha üstün olma sebebini, ona verilen, fakat meleklerin bilmediği bilgilerle izah e-der. Çünkü ilim Allah’ın sıfatıdır. Bu nedenle ilim ve hikmetten yoksun kalarak kendisini tanrısal bir nitelik-ten de yoksun bırakan insan, kendi şahsına karşı en bü-yük zararı vermiş sayılır; ayrıca kendisine en değerli nimet olan aklı bağışlayan Allah’a da nankörlük etmiş olur.

Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılacağı üzere hikmet, bilgi-amel bütünlüğünü de kapsar. Zira özellikle ahlâk gibi uygulamalı bir alana ilişkin bilgiler ancak hayata geçirilerek anlam ve değer kazanır. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’de bilgilerine uygun davranmayanlar ağır bir dille eleştirilmiş (el-Cum‘a 62/5), Hz. Peygamber de, “Faydası olmayan ilimden Allah’a sığınırım” (Müslim, “Zikir”, 73) buyurmuştur.

4. İffet

“İnsanın arzularını, tutkularını aklının ve inancının kontrolünde tutarak, Allah ve insanlar nezdinde kendisi-ni küçük düşürecek davranışlardan sakınmasını sağlayan bir erdem” anlamındaki iffet kavramının Kur’ân-ı Kerîm’de, “haya, vakar, kişinin kendi şahsiyet ve onurunu koruması” şeklinde yorumlanabilecek bir konumda kulla-nıldığı görülmektedir (el-Bakara 2/273). Diğer bazı â-yetlerde ise “insanın, kendisine ait olmayan bir mala el uzatmaması” (en-Nisâ 4/6), “edepli ve hayalı olması” (en-Nûr 24/33, 60) anlamında kullanılmıştır. Hz. Peygamber de iffetli müslümanlardan övgüyle söz etmiştir (me-selâ bk. Buhârî, “Tefsîr”, 9; “Ahkâm”, 16).

Ahlâk bilginlerine göre, ister mide istekleri olsun ister cinsel istekler olsun, her türlü nefsânî arzulara aşırı düşkünlük, insanı bir bakıma hayvanlaştırır. Çünkü hayvanlar gibi bu insan da tutkularını dizginleme erde-mini gösterememiştir.

İslâm ahlâk kültüründe insanın nefsânî arzularına e-sir olma zaafına hevâ denmiş; bu zaaftan korunmanın da ancak aklın buyruğuna uymakla mümkün olacağı ifade edil-miştir. Nitekim Ebû Bekir er-Râzî’nin et-Tıbbü’r-rûhânî’si, İmam Mâverdî’nin Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn’i gibi birçok ahlâk kitabının ilk konuları akıl-hevâ çatışması-na ayrılmıştır. Özellikle Gazzâlî İhyâ ve Mîzânü’l-amel gibi eserlerinde bu konuya büyük önem vermiştir. Başta Kur’ân-ı Kerîm ve hadisler olmak üzere İslâmî kaynaklar-da hevâ, “insanın iyi ve kötü konusunda doğru seçim yap-masını ve akla uygun davranmasını önleyen nefsânî arzu-lar” anlamında kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de nefsânî ar-zularına aşırı düşkün olan, bu yüzden de inanç ve yaşa-yışında haktan ayrılan, isyana ve günahlara saplanan in-san “hevâsını tanrısı yapan” (el-Furkan 25/43; el-Câsiye 45/23) şeklinde anılmaktadır. Hz. Peygamber de, “En kötü kul, hevâsına kul olup da dalâlete düşün kimsedir” (Tirmizî, “Kıyâmet”, 17) buyurmuştur. İşte iffet erdemi, insanı böylesine tehlikeli olan tutkulardan koruyup kol-layan ve ona hayvanî eğilimleri, tutkuları karşısında bağımsızlık kazandıran ahlâkî bir donanımdır. Nitekim, başta Gazzâlî olmak üzere müslüman ahlâk bilginleri ve mutasavvıflar, bu tutkulardan kurtulmayı gerçek özgürlük saymışlar; insanın kendini mânen geliştirme işlevine bu noktadan başlamasını gerekli görmüşlerdir.

5. Doğruluk ve Dürüstlük

İslâmî kaynaklarda doğruluk ve dürüstlük çok çeşitli kelimelerle ifade edilmekte olup bunların başında sıdk ve istikamet kavramları gelir. “İnsanın, söz ve davra-nışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana olması” şeklinde tanımlanabilecek olan sıdk erdemi genellikle yalanın zıddı olarak kullanılır. İstikamet de, “Allah’ın buyruğuna uygun şekilde doğru, dürüst ve temiz kalpli olma” demektir. Doğruluk ve dürüstlük erde-mine sahip olan kişiye sıddîk denir.

İnsanlığın genel ahlâk anlayışında olduğu gibi İslâm ahlâkında da doğruluk ve dürüstlük, insan onurunun ve sağlıklı toplum yapısının vazgeçilmez şartlarından biri olarak telakki edilmiş ve insanın kendi kişiliğine karşı en önemli ödevleri arasında gösterilmiştir. Hz. Peygamber, kendisinden güzel bir nasihat isteyen kişiye, “Al-lah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol” (Müslim, “Îmân”, 13) buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm, bu şekilde iman edip doğru olanların üzerlerine meleklerin ineceğini ve onla-ra âhiretle ilgili müjdeler vereceğini ifade eder (Fussılet 41/30). Kant ahlâkının temelini oluşturduğu kabul edilen “kategorik imperatif” (şartsız buyruk), “Sa-na buyurulduğu gibi dosdoğru ol!” şeklinde daha önce Kur’an’da yer almıştır (el-Hûd 11/112; eş-Şûrâ 42/15).

Doğruluk ve dürüstlüğün böylesine önemli olması, ki-şinin kendi şahsına karşı tutumundan başlamak üzere, i-lişkili bulunduğu bütün kişilere ve çevrelere karşı her türlü tutum ve davranışlarını ilgilendiren, ticarî faa-liyetlerden kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanla-rında ve bütün mesleklerde aranan bir erdem olmasından ileri gelir. İslâm ahlâk literatüründe konuşmada, niyet ve iradede, karar vermede ve kararında durmada, (riyânın zıddı olarak) amelde, dinî ve mânevî hallerde dürüstlük gibi doğruluk ve dürüstlüğün çeşitli şekilleri üzerinde durulmuştur.

Dürüstlükle uyuşmayan, dolayısıyla kişi onurunu a-şındıran kötülüklerin başında yalan gelir. Kur’an ve hadislere göre yalan bir münafıklık alâmetidir (en-Nisâ 4/145; el-Münâfikun 63/1; Buhârî, “Îmân”, 24; Müslim, “Î-mân”, 107). İslâm dini prensip olarak insanın ruhsal ge-lişmesine, toplum düzenine ve barışına zarar veren her türlü kötülüğü yasaklamakla birlikte, gerek âyetlerde gerekse hadislerde yalan konusunda oldukça ağır ifade-lerin kullanıldığı görülmektedir. Bunun sebebi, ahlâk kültüründeki veciz ifadesiyle yalanın “bütün kötülükle-rin anası” (ümmü’l-habâis) olmasıdır. Bu nedenle Hz. Peygamber, “Size doğru olmanızı emrederim. Çünkü doğruluk iyi olmaya, iyilik de cennete götürür. İnsan doğrulukta sebat ederek nihayet Allah katında ‘sıddîk’ diye yazılır. Sizi yalan söylemekten de menederim. Çünkü yalan kötülük işlemeye, kötülük de cehenneme götürür. İnsan yalan söyle-ye söyleye sonunda Allah katında ‘kezzâb’ diye yazılır” (Buhârî, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 102-105) buyurmuştur. İşte İslâm ahlâkında doğruluğun bütün iyiliklerin teme-li, yalanın ise bütün kötülüklerin anası olması telak-kisi, Kur’an ve hadislerde ortaya konan bu anlayıştan kaynaklanmaktadır.

Riyâ ve dalkavukluk gibi davranışlar da doğruluk ve dürüstlüğe aykırı, Kur’an’ın aziz saydığı (el-Münâfikun 63/8) müminin onurunu zedeleyen, dolayısıyla kişinin kendisini özenle koruması gereken kötülüklerdir. Çünkü dalkavukların ve riyakârların en büyük sermayeleri ya-landır. Onların asılsız veya abartılı, böyle olduğu için de dürüstlükle bağdaşmayan övgüleri hem kendi kişilikle-rini lekelemekte hem de övülen kişilerin boş ve temelsiz bir gurura kapılarak kusurlarını görmelerine engel ol-maktadır. Bu yüzden Hz. Peygamber, bu kişileri insanla-rın en kötüleri arasında saymış (Buhârî, “Edeb”, 52; Müs-lim, “Birr”, 100); “Dalkavuklarla karşılaştığınızda yüzle-rine toprak savurun!” (Müslim, “Zühd”, 14) buyurarak onla-ra yüz verilmemesini öğütlemiştir.

6. Tevazu

Tevazu, “insanlara karşı alçak gönüllü olma, kibirle-nip böbürlenmekten sakınma” anlamına gelen bir ahlâk te-rimidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın iyi kullarından söz eden bir âyette en başta tevazu erdemine işaret edile-rek, “Onlar yeryüzünde tevazu içinde yürürler” (el-Furkan 25/63) buyurulmuştur. Kur’an ahlâkı ile eğitilmiş olan Hz. Peygamber, bütün müslümanlar karşısında mütevazi ol-mayı, değişmez bir davranış kuralı olarak özenle korumuş; müslümanların onu “Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah!” diyecek derecede çok sevmelerinde de alçak gönüllülüğünün çok büyük bir rolü olmuştur. Bu sebeple İslâm ahlâk geleneğinde tevazu, bir peygamber sıfatı o-larak değer görür.

Bununla birlikte bir müslümanın, başkaları tarafından hor ve hakir düşürülecek, izzeti nefsini zedeleyecek şe-kilde kendisini küçük düşürmesi de İslâm ahlâkıyla bağdaşmaz. Zira Kur’an’da Allah ve Resulü ile birlikte müminin kişiliği de aziz sayılmıştır (el-Münâfikun 63/6). Bu sebeple ahlâk kitaplarında her müslümanın kendi sos-yal seviyesine göre onurunu koruyacak şekilde davranması gerektiğine dikkat çekilir. Ayrıca, özellikle müslümanların müslüman olmayanlar karşısında, haksızlığa ve aşırılığa sapmadan, onurlu davranması da Kur’an’ın bir buyruğudur (bk. el-Feth 48/29).

Ahlâk kitaplarında izzeti nefis duygusunun, tevazu sınırını aşarak gurur ve kibire sapması tehlikesine de önemle işaret edilir. İmam Mâverdî, kibiri bütün kötü huyların en başında ve en tehlikelisi olarak gösterir. Çünkü “kibir (insanlar arasında) kin doğurur, toplumsal uyuşma ve kaynaşmayı baltalar, dostların gönüllerine nefret sokar.” Gazzâlî de İhyâ’da (III, 236-309), “Kal-binde zerre kadar kibir bulunan kişi cennete giremeyecek-tir” (Müsned, IV, 134) anlamındaki hadisi hatırlattıktan sonra şu görüşlere yer verir: “Kibir cennetin bütün ka-pılarını kapatır; zira kibirli insan kendisi için sevip istediğini öteki müslümanlar için isteyemez. Kibirde benlik iddiası bulunduğundan böyle birisi alçak gönüllü olamaz. Oysa alçak gönüllülük takvâ sahiplerinin başta gelen erdemidir.”

OTUZ İKİ FARZ


Otuz iki farz şunlardır:



12 Namazın farzı: Hadesten taharet (gusletmek veya abdest alma), necasetten taharet (bedeni, elbiseleri ve namaz kılınacak yeri her türlü pisliklerden temizlemek), setrü'l-avret (namazda erkeklerin en az göbekle diz kapakları arasını, hanımların elleri, yüzleri ve ayakları hariç bütün bedenlerini ve uzuvlarını örtmeleri), istikbali kıble (namazları, Mekke'deki Ka'be yönüne doğru kılmak), vakit (her namazı kendi vaktinde kılmak), niyet (hangi namazı kılacağına niyet etmek); iftitah tekbiri (namaza Allâh'ü ekber diyerek başlamak), kıyam (gücü yetenlerin namazda ayakta durması), kıraat (namazda Kur'an okumak), rüku (namazda rükua eğilmek), sücut (namazda secdeye kapanmak) ve ka'de-i âhire (namazın sonunda selam vermeden önceki oturuş)



5 İslâm'ın esası: Savum (Ramazan orucunu tutmak), salât (beş vakit namaz kılmak), hac, zekat ve kileme-i şahadet getirmek.



6 İmanın esası: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve kaza-kadere iman etmek.



4 Abdestin farzı: Elleri ve yüzü yıkamak, kolları dirsekler ile birlikte yıkamak, başı meshetmek, ayakları küçük topuklarla birlikte yıkamak.



3 Guslün farzı: ağzı, burnu ve bütün bedeni yıkamak.



2 Teyemmümün farzı: Niyet edip elleri iki defa temiz toprağa vurmak, birincisinde yüzü, ikincisinde kolları meshetmek (bk. namaz, abdest, gusül, teyemmüm, iman ve İslâm) (İ.K.)